AĞAÇKAKANI KURTARMA OPERASYONU
Şana Taka Kütüphane, tepe bir noktada…
Küçük bir orman kenarında olunca…
Doğal hayatla da bütünleşmeye başladı. İlk misafirimiz bir kedi yavrusuydu.
“Çirkin” koymuştum adını.
Bir süre bakmış, ardından da bizim Boncuk’la kavgaları başlayınca…
Oysa ne güzel anlaşıyorlardı. T
ek sorun, Çirkin’in büyümesiydi.
Sağ olsun komşumuz aldı.
Çirkin gitti, kavga bitti yani.
Adını da “Lapacı” koymuşlar.
Sokak kedisi, ev kedisi olmuştu ve zaman zaman görsem ben yine “Çirkin” diye seviyordum onu.
*** Sonra bir baykuş geldi. Nasıl girmişse içeriye!?
Gürültüden, üst katta biri var sandım, iyi de kim olabilirdi ki?
Sürekli sağa sola koştururcasına sesler gelince apar topar merdivenleri çıktım ki bir yün yumağı…
Belgesellerden, çizgi filmlerden fırlamışçasına…
Yine de tehlikeli olabilirdi, eldivenlerimi taktım ve köşede yakaladım onu.
Hani meşhur Bilge Baykuş vardı ya…
Burası da bir kütüphane…
Büyük bir kafes yaptırırdım ve öylece bakardım ona…
Ziyaretçilerin de maskotu olurdu.
Fakat yapamadım, sevdiği şeylerden yedirmeye çalıştım bir süre…
Fotoğrafını çektim ve sonra…
Bıraktım, gece karanlığında kayboldu.
*** Şimdi de bir ağaçkakan…
Kütüphane önünde buldum onu, saksıların yanında…
Tepesi kızıla boyalı sanki…
Kanatları biraz açık kalmış ve o meşhur gagasıyla öylece yatıyordu yerde…
Gözlerini kocaman açınca anladım yaşadığını. Yine eldivenler, fotoğraflar, videolar…
Hemen kafes gibi bir şey buluverdim.
Google’a baktım, “ağaçkakan ne sever” diye…
*** Özellikle ince uzun çam ağaçlarından yapılan elektrik direkleri üzerinde görürdüm ağaçkakanı…
Kim bilir belki de buydu.
Saatlerce o meşhur gagasıyla vurdukça vurur, kendine özgü çığlığını da ihmal etmezdi.
Şimdi, o kadar yakındım ki…
Gözlerindeki korkuyu anlayabiliyordum.
Zaten çekingen bir kuş türüydü.
Kanat açıklıkları bazen elli santimetreye kadar ulaşabiliyordu.
Boyun kasları çok güçlüydü ve saniyede on, on beş kez ağaca vurdukları söyleniyordu.
Dilleri, gagalarından daha uzundu ve ağaç kabukları altındaki böceklerle beslenirlerdi.
Yabani meyveler, tahıl ve meşe palamudunu da sevdiklerini yazdım bir köşeye…
*** Hayat böyle bir şeydi işte.
Siz, göklere yükselmek isterken, göklerdeki yerde olabiliyordu.
Bazen ayaklarınızın ucunda, elinizde ya da bir kafeste…
Ağaçkakan.
Ağacın gövdesine adeta yapışırcasına dik durabiliyor ve o müthiş gagasıyla açtığı oyukta yuvasını yaptığı gibi yiyeceklerini de saklıyordu.
*** Az önce şöyle bir baktım da sanki biraz daha kendine gelmiş gibiydi.
Kuşlar gökyüzünde olmalıydı ve “inşallah” diye fısıldadım boşluğa.
Trabzon Orman Bölge Müdürlüğü’nden Savaş Ayvaz’ı aradım.
Bana, Milli Parklar ve Doğa Koruma Şube Müdürü Akif Ümüzer’in telefonunu verince “ağaçkakanı kurtarma operasyonu” başladı.
*** Kimin elinde olursa olsun kuşlar özgür değildi işte.
Keyfince kanat çırpamıyorsa gökyüzünde, alçalıp yükselemiyorsa…
Altın kafes de yapsan boşunaydı. Birazdan teslim edeceğim Milli Parklar ve Doğa Koruma’ya…
“Güle güle uç ağaçkakan” diyeceğim.
Derken, az önce aradılar.
“Doğa Koruma ve Milli Parklar Şubesi’nden Atahan Ay ve Tuğrul Bayraktar…
Yaralı bir ağaçkakan kuşu bulmuşsunuz, almaya geliyoruz.
” Kedi yavrusu ve baykuşun ardından yeni ziyaretçimizden öğrendim ki…
Kütüphane hem sığınak hem de uçsuz bucaksız bir özgürlükler ülkesiydi.